25 Ocak 2013 Cuma

İŞTE TRABZON İŞTE AHMET AĞAOĞLU !


İŞTE TRABZON İŞTE AHMET AĞAOĞLU !



O bir iş adamı, o bir hayırsever, o bir yönetici, o bir Trabzonspor aşığı, o bir sportmen….

Ahmet Bey’le röportaj yapmadan önce yaptığım araştırma sonucunda ‘ sürdürebilir başarı’ örneğiyle karşı karşıya olduğumu gördüm.
Değinilecek öylesine çok konu vardı ki, hepsini bir konsepte sığdırmaya çalıştım.

Ahmet Ağaoğlu kimdir? Röportaja başlamadan önce Ali Ağaoğlu’yla bir akrabalığınız olup olmadığını ilk ağızdan açıklar mısınız?

Kendisiyle hiçbir akrabalığım yoktur. Ama sevdiğim bir arkadaşımdır. Hos bir tesadüf liseyi birlikte Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduk. Benim adım Ahmet Ali Ağaoğlu’dur . Lisede Ali Ağaoğlu denirdi. O yüzden okulda çok karıştırılırdık. Allahtan ikimizin de dersleri pek iyi olmadığı için bu karıştırmalar bizi pek etkilemedi. Bizi birbirimize de çok benzetirler. Abi kardeş sanırlar.

1958  Trabzon Doğumluyum. İstanbul ‘a 1971 de lise öğrenimim için geldim. Dört yılda dört farklı lisede okudum sonra yüksek denizcilik okulunda öğrenimimi tamamladım. Şuan ki adı İstanbul teknik üniversitesi denizcilik fakültesi Güverte Bölümünden 1979 yılında 3. Kaptan olarak mezun oldum. 6 yıl denizlerde kaptan olarak çalıştım. 1986’ da Perşembe Pazarı’nda 30 m karelik bir alanda Atlantik Denizciliği kurdum. Gemi acenteliği, gemilere servis derken 25 senede bu noktaya geldik. Şimdi ise gemi işletmeliği yapıyoruz. 2008 Eylül’ündeki global krizden sonra hala bu işi yapıyoruz. Bizim sektör krizden en ağır etkilenen sektörlerden biri. Diğer sektörler kendilerini toparladılar, yaralarını sarmaya başladılar ama biz tahminen 2014 ten önce toparlanmamız zor görünüyor. Denizcilik; karada çalışan içinde, denizde çalışan içinde zor, meşakkatli bir meslek

Kariyerinizde dönüm noktanız nedir? Bu heyecanlı yolculuğun başlangıcına dair hatırladığınız hoş bir anı’nız var mı?

Belli başlı bir dönüm noktası yok. her şey tesadüftü. Kabataş Erkek Lisesinde okurken Denizcilik yüksekokulunun önünden hep geçerdim. Hani okulun bilinci içinde değildim. Öğrencilerin kıyafetleri beni etkilerdi. Yazın beyaz, kışında koyu renk giyerlerdi. O yıllarda üniversitelere ön kayıtla öğrenci alınırdı. Yani çoğu insan okudukları seçtikleri bölümlere tesadüfen girerlerdi. TRT radyo 23.45 te üniversitelerin durum puanlarını ve  ön kayıtla alınacak yerlerin puanlarını söylerdi. Bende o gün İzmir’den İstanbul a geliyordum. Ege Üniversite’si Astronomi bölümünü tutturmuştum. Ama matematiği ve fiziği sevmeyen biri olarak o bölümü tutturmamda ayrı bır sorgudur. Kayıt yaptırmıştım ama okumayı düşünmüyordum. Zaten o bölümde okuyamazdım da. Dönüste otobüste radyo açıktı ve ön kayıt puanları söyleniyordu. İşte orada olmam ve puanımın oraya yettiğini öğrenmem hayatımı yönlendirmeme neden oldu.


Uzun zamandır Golf Federasyonu Başkanısınız. Bu göreve gelirken hedefleriniz nelerdi? Hedeflerin neresindesiniz? Peki, şimdi yeni dönem planlarınız neler?

Sporun içinde biri olarak tesadüfen başladığım golfe. yine öyle bir tesadüftür ki benim golfe başladığım dönemde Golf Federasyonu kuruldum. 1995 te golfe başladım, 1996 ‘da federasyon kuruldu. Seçimler dört yılda bir yapılıyor. İnsanın hobisi ne olursa olsun eğer işin kendisiyle sınırlı kalmasını istemiyorsanız, birazda toplumsal sorumluluk duygusu taşıyorsanız ve kendinizden de verebileceğinizi hissettiğiniz, inandığınız bir şeyler varsa bunu toplumla paylaşmak ,vermek istiyorsunuz.
Golfun o dönemlerde alt yapısı yoktu. Bu eksikliği hissettiğim için eğer Federasyon başkalığında görev aldığım takdirde ,ülkenin gençlerini bu sporla iç içe olması düşüncesinin arzusuyla Golf Federasyonu Başkanlığı’na aday oldum. Çünkü o dönemlerde yaş ortalaması 40 civarındaydı. Gençler için bir alt yapı yoktu. Yeni bir federasyon için doğal bir süreçtir. 2002 Kasım Ayında Aday oldum. 11 sene oldu. Dediğim gibi öncelikle ülkemizin gençlerini bir araya getirmeyi ve bir altyapı oluşturmayı amaçlıyordum. Zaten çalışmalarıma göreve gelmeden önce başlamıştım. İstanbul’da 2 golf sahası bulunmakta. Biri Göktürk’te diğeri Silivri de. Öncelikle o civarlarda ki ve çevre bölgelerdeki ilköğretim okullarında bulunan çocukların golfle buluşmasını sağladım.

Hedefim 2010/ 2011 yıllarında 10 bin lisanslı sporcuya ulaşmaktı. Ama maalesef hedefi tutturamadım. Bunun nedeni de fazla tesisin ve halk tipi sahların olmaması. Türkiye’deki mevcut 20 golf sahasının, 16’sı Antalya’da. Bunlar tamamen turizme yönelik ticari maksatlı sahalar. Bu yüzden sporcu sayımızda geri kaldık. Ama geriye dönüp baktığımızda Ağrı’dan,  Doğubayazıt’tan, Ardahan’dan Erzurum’dan Yıldızlar Golf Liginde ve Golf Liginde oynayan 1000 nın üzerinde lisanlı sporcuya bulunmaktadır.

İnsanlar yelpazenin hep üst tarafına bakıyorlar. Ama dünyada böyle değil. Yani çok zenginlerin, CEO ların şirket yöneticileri golf oynadığı gibi yelpazenin altına indikçe fabrika işçilerinin, muslukçularının ve öğrencilerin de oynadığını görüyoruz. Bunun nedeni, yurt dışında belediyelerin ,özel idarelerinin oluşturduğu halk tipi sahlar bulunmakta. Burada insanlar 5 ile 10 dolar arası golf oynamaktalar. Bende bu sahalarda golf oynadım. Oldukça mükemmel sahalar. Ama bizde ise maalesef bu koordinasyonu belediyeler ve özel idarelerle çeşitli nedenlerden dolayı sağlayamadık.  Buradaki görev biz federasyona değil, özel idareler ve belediyelere düşüyor.

Okullarda bunu başlattık. Ardahan, Erzurum, Ağrı ,Urfa gibi illerimizin okullarında kapalı golf sahları kurdurduk. Buralara malzeme ve hoca yolladık. Sorun bu değil de. Orada yetişen sporcuların turnuvalara katılmaları sırasındaki geliş-gidişlerinden tutun gereken  tüm masrafları da federasyon olarak karşılıyoruz.

Golf turizminin ülkemize çok iyi bir getirisi bulunmakta. Her sene %20 ve % 30 arası artış sağlanmakta. Kriz döneminde bu artışı fırsatı yakaladık. Demek ki, kriz sonrasında çok daha iyi bir gelir elde etme ve bu alanda ciddi söz sahibi olma durumundayız

Ve Trabzonspor

Trabzonspor her Trabzonlunun  damarında, kanında olan bir şeydir. Futbolsuz ve Trabzonspor’suz onlar için mümkün değildir. Çocuklar doğduktan sonra öğrendiğin dördüncü kelime Trabzonspor’dur. Anne, baba, mama ve Trabzonspor. Küçük çocuktan 82 yaşındaki nineye kadar Trabzonsporludur. Bende öyleyim. Damarımda kanımda Trabzonspor var. Trabzon insanının bir özelliği vardır. Mesela kentlere gidersiniz. Hangi takımı tutuklarını sorduğunuzda önce İstanbul’daki üç büyük takımdan birini derler sonra ikinci olarak da kendi kentinin takımını der. Şu sıralarda Bursaspor taraftarı atak yaptı ön plana çıktı. Takımlarına çok sahip çıktılar. O da zaten Bursaspor’u şampiyonluğa çıkardı. Eğer bir takımın sağlam bir seyirci, taraftar desteği yoksa Süperlig’de başarı gösterme şansıda yoktur. Trabzonspor’da futbol bir olgudur. Sadece kendi takımlarını tutarlar. Trabzonspor bir kimliktir. Beni de öyle sokakta fazla kimse tanımaz. Adımı Trabzonsporlu Ahmet olarak bilirler. 73-74 yıllarında birinci lige çıktığında üç büyük takımlara karşı başkaldırının sembolü olarak görüldü. Artarda şampiyon oldu. Trabzonspor bu başarılı çıkışından sonra sadece Trabzon değil, Anadolu halkının da sempatisini kazandı. Benimde büyüyüp aklım ermeye başladıktan sonra 1993 yıllarından sonra faal olarak ilgilenmeye başladım. 2000-2002 yıllarında yönetimde başkan yardımcılığı görevim oldu. Yönetimde olduğum yada olmadığım her dönemde radikal Trabzonsporlu olmaya devam ettim, edeceğim de…

Futbol bir endüstri haline geldi. Sizce en pahallı takım, en iyi takım mıdır? Çok büyük bütçelerle çıkmalarına rağmen 4 büyükler niye başarısız oluyor?

Türkiye’de böyle bir düşünce sistemi var. Türk seyircisi her zaman takımının çok büyük transferler yapmasını beklerler. En iyi finansal yönetilen takım en başarılı takımdır. Özellikle de alt yapısına en iyi yatırım yapan takım en iyi takımdır. Futbol takımlarımız son dönemlerde iyi idare edildiğini demek fazla iyimser bir yaklaşım olur. Türkiye’de futbol iyi yönetilmiyor. Yapılan uçuk-kaçık transferler ve bunlara yapılan inanılmaz yatırımlar, harcamalar çok can sıkıcı olmaya başladı. Altyapıya kesinlikle önem verilmiyor ve bu anlamda bir yatırım söz konusu değil.

Kulüp Başkanı, Teknik Direktöre hangi sınıra kadar yaklaşmalı?

Kulüp başkanları teknik direktöre karışmamalı. Sınırı olmamalı. Ama maalesef süreç böyle değil. Alışkanlık haline getirdiler. Tarafların teknik direktör ve takımlarına yaptıkları sevinç tezahüratlarından bile rahatsız olabiliyorlar. ‘ o mu yaptı, ben yaptım’ diyebiliyorlar.

Sektör hangi sorunlarla karşı karşıya. Örneğin iyi oynayan futbolcu bulmakta zorluk çekiyor mu?

Sektörde sorunlar mevcut.  Yanlış yönetimler doğruyu bulmakta zorlanıyor. Mesela bir Burak Yılmaz gerçeği var. Burak Antalya- Beşiktaş- Manisa’ ya gitti. Kendini hiç gösteremedi. Sonra Fener’e geçti. Ama burada da forma giyemedi. En son Trabzonspor’a geldi. Şimdi Trabzonspor’un en iyi forveti ve skorer oyuncusu oldu. Keza şuan Milli takımında vazgeçilmez forveti durumunda. Yani anlatmak istediğim mevcut yönetimler bir yeteneği ortaya çıkarmak için gereken ilgi alaka sabırdan acizler.  Bunun yerine yanlış ve miadı dolmuş yabancılara milyon dolarlık transferler yapıyorlar.

Futbol yorumcuları arasında sizce en iyi tespiti kim yapıyor?

Son dönemlerde futbol yorumcusu sayısında çok artış oldu. Çoğu popülizm adına birilerinin sesi oluyor. Çeşitli nedenlerden dolayı durumları yorumlarken doğru pencereden yaklaşamıyorlar. Beraber çalıştığım arkadaşlarımı seviyorum. Bu anlamda direk isim vermek istemiyorum ama, beğenerek takip ettiğim 10- 15 tane yorumcu arkadaş bulunmakta.

Nelere ve kimlere gülersiniz?

En çok kendime gülerim. Ayrıca Temel, Dursun ve Fadime gülerim

Spor hayatın ta kendisidir. Bir bakıma hayatın içinde var olan neredeyse her şeyi barındırır.
 Gelişmiş ülkelerde işe alımlar da spor yapan çalışanların tercih edildiğini okuyoruz. Sizde uzun yıllardır golf ve futbolla ilgileniyorsunuz. Sizce sporun iş yaşamına ne gibi etkileri oluyor?

Sporun iş hayatını direk etkilediğine inanıyorum. Gelişmiş ülkelerde spor bir hayat biçimi. Mesela Japonya’da 2000 kusur golf sahası bulunmakta. Amatör bir golf oyuncusu saha yöneticiliği bilincine sahip oluyor. İş hayatında da ‘saha idaresi’ ile ‘iş yönetimi’ ölçüşen bir kavram. Yine Japonlarda yönetici pozisyonundaki kişiler hep golf oynuyorlar. İstanbul’da çalışan yabancı yöneticiler adına bir golf turnuvası düzenledik. Sadece burada bulunan 74 Japon Yönetici katılım gösterdi.

Maalesef iş yerindeki arkadaşlarım sporla uğraşmıyorlar. Birkaç defa teşvik etmeye çalıştım ama baskıcı ,rahatsız eden bir işveren pozisyonu yaratmamak için çok üstelemedim. Çalışanlarımın çoğu işyerinde başladıkları kiloda değiller. Hepsi en az birkaç kilo almış durumdalar. Ben yirmi beş yıl önce 74 kiloydum hala aynıyım. Hani patronlarına bakar utanırlar dedim ama öyle gayeleri hiç yok. Sporun .insanı daha dinamik, fit ve sağlıklı su götürmez bir gerçek.


Referandumda evet çıktıktan sonra Anayasa’nın uyum ve eşitlik maddesi olan 10. madde, güncellendi. Bu süreç itibarıyla engellilerin toplum yasayışı içersinde fırsat eşitliği doğrultusunda ki düşünceleriniz nelerdir?

Engellilere karşı duyarlı olmak için, Anayasal düzenlemelere gerek yok. Türkiye’de 8 milyon engelli var. Bu durum gözden kaçırılacak, ihmal edilecek bir sayı değil. Bu gerçek toplum tarafından kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Yarın engelli olmayacağımızın bir garantisi bulunmamakta.  Devletten önce toplum olarak birey olarak engelliyle yaşamayı öğrenmemiz lazım. Eğitim ilkokulda verilmeli. Batıda ilköğretim okullarında engelli ile yaşam dersleri var.
Mesela görme engelli birini yolun karşısına geçirmek için ne yaparız. Onun koluna girer çeke çeke karşıya geçiriz. Aslında öyle olmamalı. O senin koluna girmeli. Ve senin bir, iki  adım önünde yürümeli.

Bizde hala halk arasında engelliye özürlü kelimesi kullanılmaktadır. Ve hala kurumsal derneklerde, ve özel idare kuruluşlarında özürlü kelimesi kullanan bir toplumuz.  Her şeyi devletten beklemek çok büyük hatadır. Bu yalnızca toplum ve birey olarak sorumluluğu kendi üzerimizden başkasına yüklemeye çalışmaktan öte değildir. Bu konuda birinci derece sorumlu herkestir!!!

Ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık hakkında görüşleriniz ne? Engelli arkadaşlarımız ülke çapında yaşadıkları sorunları yüzeysel olarak biliyoruz. Yüzeysel diyorum çünkü, sizin de dediğiniz gibi engelli vatandaşlara toplum olarak bakış açımız da hala çok yüzeysel. Yani hala engelli vatandaşa özürlü vatandaş diyen bir kesime sahibiz. Yumurtaları karşı tarafın sepetine koymak yürek ister. Genelde sosyal yardım projeleri ‘özde’ olmaktan daha çok; sözde olmak yönünde. Peki, daha büyük sosyal bir konsepte, ulaşmak için farklı bir organizasyon olursa içinde olur musunuz? Yoksa sadece kendi projelerinizin aktivasyonunu mu gerçekleştirmeyi tercih edersiniz?

Ayrımcılık- pozitif ayrımcılık bu sözler bana saçma geliyor. Ayrımcılığın pozitifi negatifi olmaz.  Toplumların kendi yarattıkları sınırların dışındakileri dışladıkları bir sistem döngüsü oluşmuş.

Hayvanlara saygı duyuyorum. Çünkü hayvan olarak doğup, hayvan olarak ölüyorlar. Bir ayı neyse kendinden beklenilen gibi ayı olarak yaşayıp ayı olarak ölüyorlar. Ama insan olarak doğup insan olarak yaşamayı ve ölmeyi başaramıyoruz. İnsan olan her yerde ayrımcılık yapılmasını, vasıflar ve koşullar- koşulsuzluklar doğrultusunda  küçümsenilmeyi, kibiri kabul etmiyorum.

Topluma faydalı yararlı olabilecek her türlü projede olmaya çalışıyorum.

Sizi hayatınız da en çok etkileyen şeyler nelerdir? Çocuklarınıza neler öğrettiniz? 

Toplumun ihtiyacı olan konularda çalışan bilinçlendirilen insanlar beni hep etkiler. Çocuklarım konusunda kendimi şanslı hissediyorum. Ben onları dürüst yetiştirmeye çalıştım. Ama onlar üzerine ekleyerek olumsuz şeylerin dışında kalmayı becerdiler. Çok iyiler. Bu anlamda çok mutluyum.

Bu kadar sosyal hayatın içinde biri olarak, çalışanlarınızla aranız nasıl? Nasıl bir yöneticicisiniz. Çalışanlarınızın motivasyonunu artırmak için yaptığınız çalışmalar var mı? Başarılı çalışanlarınızı nasıl ödüllendiriyorsunuz? 

Personelime ayrı bir motivasyon uygulaması yapmıyorum. Çünkü sektör bazında ücret politikamız skalanın üstünde. Skalayı aşağıya çekipte  iyi elemanı onura etmek adına maddi çıtayı yükseltecek ödüller vermek doğru bir yaklaşım değil.
Onun yerine şirket olarak personelimin hepsi karar merciidir. İnsafiyet kullanma sorumlulukları , yetkisi var. Çalışanların % 50 si 25- 30 senelik personel. Personelimle abi- kardeş , iki arkadaş gibiyiz.

Son olarak eklemek istediğiniz bir konu, bir mesaj var mı?

Çok soru sormuşsun.:)

Huzurlu sevgilerle 

Hoş Kalın

Zeynep Ç.

24 Ocak 2013 Perşembe

DÜŞSEL KELİMELERİN USTASI "CEZMİ ERSÖZ"

DÜŞSEL KELİMELERİN USTASI "CEZMİ ERSÖZ"






"Önce kendimizden başlayalım. Karanlık yanlarımıza bakalım. Zaaflarımıza, korkularımıza, öfkemize bakalım. Yani önce aynaya bakmak gerekir. Benim yazılarım ayna yazılarıdır."

Düşsel kelimelerin ustası Sevgili Cezmi Ersöz’le hayata dair keyifli bir söyleşi yaptık.


1) Bazen hayat içersinde zamansızlık ve düzensizlik hayatın bir parçası haline gelebiliyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki alışkanlıklar ihtiyaç haline dönüşmeye başlamışlar. Peki sizin ihtiyaca dönüşmüş alışkanlıklarınız var mı?

Olmaz mı! Elbette var. Bunların başında okumak geliyor. Yazmaktan daha çok okuyorum. Maalesef ki günümüz yazarları okumaktan daha çok yazmaya yöneliyorlar. Daha az okuyup, daha çok yazıyorlar. Bu da doğru bir alışkanlık değil. Ayda iki üç defa sinemaya ve tiyatroya giderim. Bunlar hep alışkanlık haline geldi ve ihtiyaç. Çünkü yazmam için beslenmem lazım. Kesinlikle bir yazarın diğer sanat dallarıyla ilgili olması gerekir. Resim, müzik, heykel, sinema, tiyatro… Oldukça keyif alıyorum. Ayrıca bir yazar için sanatın diğer dalları ekmek su kadar önemli ihtiyaçlardır. Disiplinli biri değilim. Anlık yaşarım.

2) İlham almak için sadece tek bir yere gitme fırsatınız olsa, burası neresi olurdu?

Tek bir diyebilir miyiz bilmiyorum. Ama başta Küba olmak üzere Latin Amerika

3) Eski yazılarınızda siyaset ve gündeme dair temalar daha fazla olurdu. Ama son yıllardaki yazılarınızda daha içsel sorgulamalar, soyutsal paylaşımlara dönüştü. Hissiyat ve görüntü olarak şimdi halinizi geçmişe göre karşılaştırır mısınız?

Döneminde siyasi yazılarım çok oldu. Fakat son yıllarda toplum çok fazla kutuplaştı. Kimse kimseyi anlamak istemiyor. Sizi bir yerde görmek istiyorlar. Kırmızı direk çizgiler çizildi. Oysa ben eleştiri hakkını kullanan bağımsız bir aydınım.

Artık siyasi kavramların içi boşaldı. Sizi yanlış anlamak, yargılamak ve infaz etmek için ortaya topluluklar çıktı. Özellikle de sosyal medya. Geçen Facebook’ta ülkemde yaşanan arka arkaya üzücü olaylara yönelik dedim ki ; – Evlatlarımızı kaybediyoruz, içim yanıyor, barış istiyoruz, diye yazdım. Yani duygularımı bundan daha insancıl nasıl söyleyebilirim, nasıl talep edebilirdim ki? Hemen bir karşılık geldi; – Ne barışı, katliam istiyoruz, diye.

Bu şekilde kafalar önyargılarla doldurulmuş. Canım sıkılıyor. Toplumu değiştirmek için önce insanın kendini değiştirmesi lazım. Kötülük topluma egemen oldu. Başkalarını incitmek, düşüncelerine saldırmak, başkalarının düşüncelerine egemen olmaktan ve bunlardan zevk alan insanlar ortaya çıktı. Dolayısıyla artık bende beni anlayabilecek insanlara, insanı değeri sorgulanabilecek ortamlara yazmayı uygun buluyorum. Çünkü kendisini değiştirmeyen insanlar toplumu da değiştiremezler. Önce kendimizden başlayalım. Karanlık yanlarımıza bakalım. Zaaflarımıza, korkularımıza, öfkemize bakalım. Yani önce aynaya bakmak gerekir. Benim yazılarım ayna yazılarıdır.

4) Sizi ergenlik dönemimden bu yana tanıyorum. Bizim neslin ergen gençlerinin fenomenleri vardı. Ümit Besen, Cengiz Kurtoğlu, Ayrılık Türküsü, Leman okumak gibi… Her liseli bu basamaklara kesinlikle uğrardı. Yan, tabiri caizse belediye otobüslerine binerken paso yerine şoför abiye bunlarla olan bağlantımızı göstermek, öğrenci olduğumuzu kanıtlamak adına yeterliydi. O’zaman ki gençlerle şimdiki gençler arasındaki farkı nasıl buluyorsunuz?

1977’de üniversite girdim. Bizim kuşağın yani 70’li yıllarda üniversite okuyanlar için siyasi canlılığın, hareketin en yüksek olduğu dönemlerdi. Bizim için temel mesele can güvenliğimizi korumaktı. Hayatımız söz konusu iken dönüp de başka ilgilere bakamadık. Sevgilimiz olmadı. Marka giymek gibi derdimiz olmadı, çünkü markalar yoktu. Televizyonların esiri değildik, çünkü televizyon sınırlıydı. Genelde siyasi içerikli kitaplar okurduk. Geceler boyu süren tartışmalar olurdu. Dünyayı anlamaya çalışırdık. Devrimleri, toplumsal gelişmeleri… Hatalar yapmıyor muyduk? Tabii ki yapıyorduk. Dünyayı tarif ederken eksiklerimiz vardı. Çeviri, yayıncılık ve enformasyon bu kadar ileri düzeyde değildi. Dünyayı anlamak, yorumlamak ve değiştirmek gibi bir derdimiz vardı. Özel araç kullanma derdimiz yoktu. Okula özel araçla gelenleri, marka giyenleri, lüks takılanları, makyaj yapanları ayıplardık, küçümserdik. Daha çok halka dönüktük. Ülkemizin sorunları bizim için daha önemliydi. Toplumsal sorunları mesela alan, kendini topluma feda etmiş bir kuşaktık.

Bu dönemin gençlerini asla yargılamam. Çünkü dönemin döngüsü böyle, algılaması, görüntüsü bu… Düşünün nesil 1980’den sonra neler gördü ki? Dizileri, reklamları, markaları… Sürekli sizi bir yöne doğru çekiyorlar. Kafalarınız allak bullak oluyor. Sınav, üstüne sınav. Bir sınavdan öbür sınava girip çıkmak zorundasınız. Bizim zamanımızda üç kişiden biri üniversiteye giriyordu. Şimdi 2 milyon kişi sınava giriyor ve çok azı kazanıyor. Geçim şartları zorlaştı. Bu yüzden bu dönemin gençlerini yargılayamıyorum. Ama halkın sorunlarıyla ilgilenen, ülkesinde ki davalara sahip çıkan, komşularımızdaki ve dünyadaki olayları yorumlayan gençleri takdir ediyorum

5) Aşkın içinde merkezinde olanlardan hakkını verenlerdensiniz. Hayatım boyunca hep sizin betimlediğiniz aşkın kahramanlarından biri olmak istedim. Beni o kadar çok derin sevecek, sarmalayacak bir aşkın içinde olmak. Peki siz hiç hayatınız da yüreğiniz de aşkın karşılığını bulabildiniz mi? Hoş zaten aşk bulunamayan, tüketilemeyen değil midir?

Hayal ettiğim aşkları ne yazık ki daha çok kendi içimde yaşadım. O aşkları yazılarımda yaşadım. Maalesef gerçek hayatta bulamadım. Çoğu kez bana aşık olanlara yanıt veremedim. Benim aşık olduklarımda beni çok kırdılar, incittiler. Aşkın içinde çok karanlık duygular görüyorum. Tutkular, ihtiraslar… Elbette yine aşk yazıları yazacağım. Ama artık sevgiye inanıyorum. Sevgi daha kalıcı ve şefkatli duygu olduğunu düşünüyorum. Sevgi ile kurduğum ilişkilerimde hala görüşüyorum. Birbirimizin yaralarını tamir ettik. Sevgide karşı tarafı mutlu etmek gibi bir istek var. Dediğim gibi şefkat var acıma var. Başına bir şey gelmesine dayanamazsın. Ama aşkta ölmesini istersin. Ayaklarına kapanmasını istersin. Sizce bu demokratik bir duygu mu? Acımasızlık…

6) Hayatı çözdüğünüzü düşünüyor musunuz?

Nerede…! Hayat giderek daha karmaşıklaşıyor. Gençken çoğu şeyi çözdüğünüze inanıyorsunuz. Ama ileriki yaşlarda öyle olaylarla karşılaşıyorsun ki yanıt verememe durumuna düşüyorsun. Hayatı çözdüm diyene, güler geçerim. İnsan yaşamının sonuna kadar hayatı anlamaya çalışmakla geçecektir. Aşkı, yalnızlığı, anlamaya çalışacaktır. Ne kadar mesafe alırsa o kadar iyi. Ama her zaman sorular kalacaktır.

7) Son zamanlarda gurular eğilim haline geldi. Hayat anlam katmaya çalışıyorlar. Bir dönem Uzakdoğu felsefeleri ile uğraşır olmuştuk. Şimdi de Amerikan öğreti sistemi. Orada kendi kültürlerine uyguladıkları burada bize formüle etme çabası var.

Amerikan davranış psikolojisinin dünya üzerindeki yansımaları. Daha kolay bir hayat, daha kolay bir yaşam, daha kolay nasıl zengin olunur, daha kolay nasıl aşık olunur gibi hayatı formüle ediyorlar.

8) Yani hayatı şıklara dahil ediyorlar

Evet. 100 soruda hayat nasıl çözülür, 100 soruda…

Bir de hayat koçları var. Onlarda bir takım formüller öneriyor. İnsanlar bu formülleri hayatlarına uyguluyorlar. Oysa bu çok yanıltıcı bir durum. Hayat formüle gelmez. Dostoyevski’nin güzel bir sözü vardır;

2*2= 4 değildir, 2*2=5’tir , 2*2= 6’dır. Hayatın anlamı budur.

Hayatın kişiye özgü ayrıntıları vardır. Ama işte bu gurular hayatı 2*2= 4 ‘e getiriyorlar.

9 ) Onların öğretileriyle hayata anlam katmaya çalışırken benliklerimizden dışarı çıkıyor ve hayatı daha da karıştırmış oluyoruz.

Ve önemlisi bundan oldukça da para kazanıyorlar. Çünkü insanlar merak ediyor. Ben hiçbir zaman 100 soruda ne aşkı, ne de başarıyı kazanamadım.

Hayatlara çerçeve çiziyorlar. Tek tip insan çıkarıyorlar. Farkındalık, kelimesi en sevmediğim kelimedir. Moda okuru yani piyasayı takip eden ama nitelikli olmayan okur daha çok rağbet ediyor. Bu kitaplardan yaşadıkları hayatı, tercihlerini güzel göstermesini bekliyorlar. Mutlu olduklarını göstermesini bekliyorlar. Sonrada büyük hayal kırıklıkları yaşanıyor. Sonuçta hayat kitaplarda yazılanlar gibi değil.

10) Hayat felsefenizi hangi slogan temsil eder

Sevinçten gökten uçmak için acının kucağına inmek gerekir..Nietche

-Çok Teşekür Ederim

Ben teşekkür ederim. gayet iyidi sorular.



Huzurlu Sevgilerle

Hoşkalın

Zeynep Ç.

21 Ocak 2013 Pazartesi

HAVVA MI, ADEM Mİ?

Havva mı, Adem mi? 




Ne zaman Havva Adem’e elmayı yedirdi, işte o zamandan itibaren dünya ilişkiler üzerine konuşur oldu. Konuşmaya da devam edecek…
Bende bugun biraz ilişkiler üzerine ahkam kesmek istiyorum.
Öncelikle şu noktayı kesin olarak bilmek lazım. “Düşsel ve zihinsel olarak hazır olmadıkça çekim yasası asla olmaz”
Özellikle de ilişkilerde kadın seçicidir. Erkekler her ne kadar kadının seçici olduğunu kabullenmeseler de, buna ego yapsalar da , bu durum siyah- beyaz kadar net olan bır gerçektir. Çünkü erkek önce gözle sevmeye başlar. Kadının ise kafasından aynı anda  bın ayrıntı geçer. Beklentileri, öncelikleri, ihtiyaçları …. Bir dolu analizin sonucunda seçimini yaparak ilişkiye atlar. Eğer kadın seni seçmediyse, onun ‘ …..’ boşluklarını dolduramıyorsan, yedi dünya bir araya gelse de o kadın ve o erkek bir araya gelemez. Ya da şöyle diyelim; mevcut olan bir ilişkide kadın seni terk etmeye karar vermediyse, sen onu asla terk edemezsin. Gitsen bile geri dönersin. Kısaca erkeğe tüm duyguları hissetiren veya hissetirmeyen de kadın’dır…
Ama son dönem sağolsun biz kadınları ilşkilerde nasıl bır kavram karmaşası yarattıysak ve nasıl evreni altust haline getirmeyi başardıysak sonuç olarak ; kadınların yarattığı arz ve talep fazlalığı karşında şımaran nazlanan taraf erkekler oldu. Doğanın tüm imkanları bızden yanayken nasıl oldu da evrenı böylesıne ters düz, abuk sabuk hale getirdiğimizi vallahı ben de pek anlamış değilim.
Kadın-Erkek ilişkilerinin kazananı kaybedeni yoktur. Bu yüzden ilişkilerde hırs yapmamak ,saplantıya dönüştürmemek gerek. Sonuçta gitmek isteyen bir taraf varsa gitmeli. Bu süreçteki en büyük engelimiz kendi ‘egomuz’dur. Tutuklu kalışımızın altında ‘ben onu böylesine severken bu özentisizliği ya da terkedilişi haketmedim kalıbı yatar. Unutmayalım ki kimse Hint kumaşı değildir. Kendimiz de dahil. Hayatın her noktasında  ‘kendimiz’ engelini önümüzden çekmeliyiz. Çünkü kişinin en büyük engeli ‘kendisi’ dir.
İlişkide hata sendeyse bundan mutluluk duymalısın. Yani hatanın bende olması ortamdaki yaşanan olumsuzluğu düzeltip ,değiştirme ve yoluma devam etme hakkımı  bana verir.
Ama  maalesef bizler ilişkilerdeki sureci kazanan ya da kaybeden olarak yorumladığımız için en çok kendimizi hırpalar ve yıpratırız.  Oysa anlamlı hayatın sırlarından birisi de ‘kabullenmek’ tir. Evrenin bize sunduklarını kabullenip hayat mücadelemize devam etmek lazım. Kabullenmeyiş bizden en önemli iki şeyi ‘zaman’ımızı ve ‘umut’larımızı çalar.
“Hayat denge ve mücadele sanatıdır.”
Bu dengeyi hayatımıza kurgulayabılmeyi başardığımız an mutluluğun anahtarını da ele geçirmiş sayılırız.
Ayrıca ilişkilerde unutulmaması gereken bir de ‘emek’ faktöru var. Nasıl iş hayatında emek harcamadan başarıya ulaşmak zor ise ( Dikkat edin para demiyorum başarı dıyorum. Çunkü para kazanmak o kadar zor bir şey değil. Yanı başarı ve para çogu zaman aynı düzlemde olmayabiliyor. Para kazanmak bir başarı çıtası değildir. Doğru ilişkileri ve şansın faktorunu unutmamalı ) ilişkilerde de emeksiz doyuma ulaşmak zordur. Hatta imkansızdır. İki tarafta birlikteliğe emek ve zaman vermeli. Rutınlıklere ,rıtuellere derinlik katmak lazım. Yoksa zaman ve yaşam enerjinizi çöpe atmış olursunuz.
Ben herşeyi basit ama derin yaşamaktan yanayım. Birbirimize hayatı kolaylaştırmalıyız. Elbette bu kolaylaştırma ıfadesi ucuzlatma anlamına gelmemeli. Varoluş ilkemize, özumuze değer katarak yol almalıyız.

Yaza yaza yaz geldi kalemıme naz geldi der aranızdan ayrılırım.
Bugünlük benden bu kadar …
Huzurlu Sevgilerle
Hoş Kalın
Zeynep Ç