21 Aralık 2012 Cuma

YA BİR GÜN SEVERSE…..


YA BİR GÜN SEVERSE…..




Sevdiğiniz kişiyle mi berabersiniz, yoksa herkesten daha çok sevdiğiniz kişiyle mi?

Kız erkek konularında hep yanıldım, yanılırım ve yanılacağım da. Teferruatta ineyim derken bütünden hep uzaklaştım.

Nedense arzulanmadan daha çok arzulamaya aşık olduk. Sevilmektense sevilmeyi hep istedik. Önce sevmek as oldu, sonra da çok sevdik diye aynı ölçüde sevilmek istedik. Bunu bir nevi zorunluluk gördük. Beklentiye girip  hayal kırıklığı yaşayınca da bu sefer karşı tarafı hırpaladık. İlişkiyi yorduk, yıprattık. Aslında en önemlisi karşı tarafı hırpalamaya çalışırken kendimizi daha çok yıprattık ve üzdük.
Bu durumu sadece aşkta değil, hayatın her noktasında her birebir ,beşeri ilişkimizde yaşıyoruz. Karşımızda ki kim olursa olsun ,ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olursa olsun sevdiğimiz için koşul koyduk. Sevmeli, sevmeli ve yine sevmeli. Sevmiyorsa o takdir de isyan etmeli, onu duyguların en ağırıyla yani duygusuzlukla aforoz etmeli. Arkası sıra nefret, kin, incinmişlikler, gönül koymalar… Hırçınlığın sonunda kendi yüreğimizi cezalandırıp tüm cam kırıklıkların yüreğimize batıp canımızı yakmasına izin veririz.

İşte bu yüzden bu noktada hep yanıldık ya. Hislerimizin karşılığı zorunluluk olmamalı. SEVGİ ZORLAMAYLA OLMAZ. Belki zaman içinde oluşabilir. Bağımlılık, hasret, acıma ya da alışkanlıkta değildir. Çünkü bu duyguların yerini, başka kavramlarla da doldurabiliriz.

“ Acımak,;sevgi değil üstünlüğün kabulüdür. Hoşgörü; sevgi değil istenmediğine katlanmaktır. Bağımlılık; sevgi değil gereksinimin karşılanmasıdır."
Erdal ATABEK

Eğer sevdiğin seni sevmiyorsa ; onunla yalnızlığa devam etmek yerine onsuz bir ağaç gibi tek ve hür yoluna devam et. Zaten hala ısrarla onu sevmeye devam ediyorsan ,bunun adı K.S.S : Kronik Sevme Sendromu.. ( şimdi uydurdum) İnadına sevmek, zaman içinde tutkunun ötesine saplantıya geçiyor. Çünkü tezime göre gerçek sevginin içinde asla acıtma yoktur.  Acıtmaz kardeşim asla acıtmaz, naif bir duygudur. Sevginin içinde şefkat vardır. Sarmalar, korur sana güç verir.

Genelde psikolojik terapilerde mutluluğa giden yollardan birinin vericilikten geçildiğini söylerler. Verin, verin daha çok verin. Ama daha az bekleyin. Çünkü beklentimizin ölçüsü büyüdükçe yüreğimizde ki endişe tohumları o kadar sulanıp bereketlenir. Bu da karşı tarafa gereğinden fazla sorumluluk yükler ve ondan fedakârlık, sevgimize sahip çıkmasını bedelini ödemesi bekleriz. . Ve geriye kalan bir dolu kaybolan yıllarla baş başa kalırız. Sonrada en hislendiğmiz, dinlerken salyasmuk olduğumuz şarkıda Sezen den 'şimdi bana kaybolan yıllarım verseler' olur

Arkadaşlar bence kural şudur;

1 Yüreğini yüreğiyle  karşılayanı seveceksin. Yanına saygıyı da ekleyeceksin. Zaten yüreğini sunan fedakâr ve vericidir. Ondan özel bir şey beklemeyeceksin. O seni tanır ve sunacağını sunar.

2 Yüreğini yüreğiyle değil de saygıyla karşılayanı da, sevmeye devam et. Amma velâkin hiç seni sevsin beklentisine girme. Belki bir gün yüreği hislerine dayanamaz da sevgiye dönüşür. Ama sen, dediğim gibi ocakta karpuz yemeği bekleme. O oluşan duygular Erdal Atabek'in belirtiklerinden de olabilir. En iyi bırak ne olacağı sürpriz olsun. Çünkü sonuçta seni sayan başkasını sevmeyecek kaidesi yok. Bal gibi bu ihtimalde gerçekleşebilir, seni sevme ihtimali çok uzadıysa bu sona hazır olman lazım.

3 Yüreğini  saygısızlıkla ve sevgisizlikle karşılayanın da üstünü çizeceksin. Ona meydan okumakla uğraşmayacaksın. O bir sevgi şımarığıdır,.O zaman sana düşen basıp gitmektir. Yüreğin onu sevecek kadar yürekliyse, onu bırakacak kadar da cesaretli olmalı. Ha döndü, dönecek, bu sefer sevdi sevecek derken bir ömür biter. Sevgi güzellik ister, emek ister Nazım Hikmet in de dediği gibi zamanımızı kaybedecek, hayatımızı teğet geçecek lüksümüz yok..

Ama bir tarafta da zamane şairlerimiz ise şöyle der;

'oysa ben bir gun benı sevebilme ihtımalını sevmiştim

İşte bende bu noktada boşluğa düşüyorum. Dolu ya bırakıyorum yok, boşa bırakıyorum yine yok. Ne yazık ki nsanoğlu çok ilginç bir dönemeçte. Kim daha huysuz, kavgacı, karşı tarafı hırpalıyorsa, sürekli dikenlerini batırıyorsa, kım daha çok can acıtıyorsa o kişiler daha çok tutkuyla sevilip şımartılıyor. Toplum olarak mazoşist bir yapı oluşturmaya başladık. Elbette oluşan bu devinim de çözümlenmesi, irdelenmesi gereken ayrı bir çelişki.

Ama lütfen;


"Kendinizi Bir Kapının Arkasında Bekleyerek Tüketmeyin!"


Huzurlu Sevgilerle

Hoş Kalın

Zeynep ÇERKEZ

11 Aralık 2012 Salı

EY KÖPEKSEVER

EY KÖPEKSEVER



"Çocukların dışarıda oynamaları için, zor şartlarda yapılandırılan dar alanları kullanacağıma, piknik yapmaya çalışan, betonarlesmeden çalarak oturabildikleri bir avuç toprağa, çimene köpeğimin kakasını çişini yaptıracağıma, temiz ve steril alan bırakmayacağıma, plajlarda köpeğimle insanların burnundan getireceğime, plaj kumlarını tuvalet olarak kullandıracağıma, sahil kenarlarında ve doğada spor yapanların üstüne köpeğimi saldırtacağıma, çocuk bahçelerinde oynayan çocukları köpeğimle korkutacağıma, köpeğimden sürekli kafası, beyni karışmış kırma köpekler üretip, çevreye başı bos bırakacağıma, yaz bittiğinde kışlığıma giderken, köpeğimi yazlıkta açık bırakıp gideceğime, sıkılınca da köpeğimi dışarı atacağıma, köpeğimin özgürlüğü ile ilgili sorumluluk almayacağıma ve en önemlisi köpek sevdiğim için insanları sevmeyeceğime and içerim"

Hanı acaba diyorum hayvan severlerin böyle bir andı var da haberimiz mı yok! 


Çünkü hayatımda hayvan sever olarak kimi görsem bu zihniyette. Bu mudur hayvan sevmek ya da hayvan bakmak. Gösteriş adına heves için hayvan sevilmez ve de bakılmaz.. Hayvana da çok büyük yazık. Sonuçta hayvan bakmaya karar verdinse, özellikle bu bir köpekse; bir canlı bakmaya karar veriyorsun demektir. Bunun da sorumluluğunu almak lazım..

Eğer, hayvan sevmek insan sevmemek demek ise,  bu durumda  da tercih yapmak gerekir. İşte o zaman tercihimi insan severden yana kullanırım. Ama bu algılamayı hiç anlamıyorum. Hayvan sever pekâlâ insan da sevebilir. İnsan sevende hayvan sevebilir. Sevmenin kotası ve sınırları olamaz ! Alabildiğince her şeyi sev!  Sevdikçe hayatın daha yaşanır, daha gaye dolu olur.

Geçenler de yaşadığım olayı abartmadan, hiçbir eklenti yapmadan paylaşmak istiyorum. Spordan dönmüş sahilde dinleniyordum. Bir amca geldi. İrı kıyım bir tip. Yanı şakalarda anlatılan bir kaç porsiyonluk tipler vardır ya, aynen öyle sürüm de biri. Yanında da cüssesine göre bir alman kurdu. Hem de tasması açık. Zaten bu tür hayvanların neden, şehirlerde beslendiğini de hiç çözemedim. Yan tarafta ise, annesinin yanında 3-5 yaslarında ufak bir kız çocuğu, denize taş atıyor.

Anne der ki;

- beyefendi köpeğinizi, çocuğumun yanından geçerken tutar mısınız, ürküyor..

Adam boğuk gurbetçi tonlamasıyla yanıt verir;

- Hanfedü, siz benim k… benziyorsunuz. Köpeğimin dört pasaportu var. Senin neyin var. Hani şayet köpeğim kadar değerliyseniz köpeğimi tutayım:

Tabi ki her zamanki gibi cengaver ben, bu olaya da dâhil olmak istedim. Fakat adamın dilinin pervazsızlığından ve köpeğin salyalarından korkarak hafif bir yusuf yusuf edasıyla  Zeynep içinden der ki,

- Biz sadece insanız, peki ya siz ne zaman ayrıldınız aramızdan…

Gecen gün gezmeye ailemle Ayvalık’a gittim. Ne gezme ne gezme. Ayağım toprağa değmedi, dersem, yalan olmaz.  Meğersem yaz bittiğinde yazlıkçılar evlerine dönerlerken köpeklerini almayı unutmuşlar.İnanın, her yer başıboş köpeklerle doluydu. Ödün  yiyorsa arabadan in bakalım da göreyim seni... Yazık sahipleri bütün köpekleri bırakıp gitmiş. Yani onlarda haklı  kendilerine sahip çıkamazken, hayvacıklara nasıl sahip çıksınlar.  Keza Foça, Akçay Dikili de de kışları bu manzarayla karşılaşmak mümkün.

Benim tezime göre, sokak köpekleri kolay kolay saldırmıyorlar. Çünkü onlar sokakta büyüdükleri için boyunlarının bir tarafı büküktür. Hayat kavgaları vardır. Tek amaçları tok kalmak ve gelecek tehlikelerden korunmaktır. Ve insanlara alışıklardır. Ama ev ya da bahçe köpekleri öyle mi? Sürekli kapalı ortamlarda olduklarından dolayı ve en önemlisi çoğu, ‘tut getir’ komutuna göre yetiştirilirler. Dolayısıyla da tasmalarından kurtuldukları an, gördükleri her şeyi tutma oyununa başlıyorlar. Köpek paçama yapışmış çekip duruyor. Sahibi gayet rahat oradan;

-korkma korkma bir şey yapmaz, seni sevdi oynamak istiyor.

-Lütfen ama , ben oynamak istemiyorum, bunu köpeğinize güzel bir dille anlatın. Hani ben anlatmak zorunda kalmak istemiyorum da. Sonra derinden bir ses gelir ..Harttt ve sonrası bir yanki ciyakkkk

Niye tüm sevgiler illa acıtacak, anlamıyorum.(bugün de hep sizle anlamadığım şeyleri paylaştım. ) Durumu tercihe dönüştürürsek;  

  "içinde acının olmadığı sevgisiz bir dünyada mı yaşanmalı yoksa, içinde acının olduğu sevgi dolu bir dünya da mı yaşanmalı?"

Son yıllarda hayvan severlik pik yaptı. Aslında bu durumdan bir yandan da oldukça sevinç duyuyorum. Sonuçta birileri hayvanlara sahip çıkmalı. Onlarda canlı. En azından benim gibi takıntıları olanlar bakamıyorsa da, bakanlara destek çıkmalıyız. Madalyonun diğer tarafından bakarsak “sevmek” duygumuzu kaybetmemek için, hayat içinde yüreklerimize sevgi eksersizleri yaptırmalıyız. Hayatımıza dahil olanları sevmekten korkmamalıyız. Çevremizde olanlara duyarlı oldukça ve sevdikçe de içimizde sevgi büyür. Bunun karşıtı olamaz ve olmamalı da..

Ama bir şeyi sevince , öbür şeyden nefret etmemeliyiz. Özgürlüklerimizi kullanırken başkalarının özgürlüklerini ihlal ettiğimiz de, özgürlüğün bir kalitesi olmaz. Amaç hayvan sevmek ise, zevkimize göre yeni türler üretmek yerine, sahipsiz sokak köpeklerine sahip çıkalım. Onların canlı olduğunu duyguları olduğunu unutmayalım. Ayrıca, canımız sıkıldığında onları, sokağa atma lüksümüz yok. Hayvan alıp bakmaya karar verdiğimizde, bir amacımız yoksa, hiç karar vermeyelim bırakalım doğada kalsınlar. Adı, cinsi ne olursa olsun canlı bir varlığa bakmak, burjuva hevesinin ötesinde bir sorumluluk ve özveri ister..

Bana köpeğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim...

Ve bir de mümkünse bedenimize uyumlu hayvanlar seçsek ne güzel olur.1,90 lık adam kaniş niye bakar ya da narin yapılı bir bayanda itinayla bakılan road river ne alaka . Şuna kesinlikle inanıyorum; hayvan sahipleri ruhlarını ve Kişiliklerini yansıtan hayvanları genelde tercih ediyorlar Yani o narin hanım da bastırılmış yada bastırılmamış bir sert karakter.O cüsseli abi de ise, kamufle edilmiş naif yumuşak bır hayatın gizli olduğunu düşünüyorum.
Huzurlu Sevgilerle

Hoş kalın

Zeynep ÇERKEZ

8 Ekim 2012 Pazartesi

BALYOZ PLANI


BALYOZ PLANI

“ Yaşam içinde nefes almayı devam ettiğin sürece, umut da devam ediyor. “

Gerçektende öyle…

Bazen ne kadar gereksiz konuları kurguluyor ve üzülüyoruz. Ya da ne kadar gereksiz yaşam kaygıları , endişeleri  bir dolu gereksiz detayın  içinde boğuluyoruz.

Daha çocukkenden küçük yüreklerimize başkalarının yenilgisinin, başarısızlığının bize kazanç ve başarı getirdiği aşılanıyor. Daha o yaşlarda mutluluğu başkasının üzüntüsünden hakkettiğimize inandırılıyoruz. Hep bir yarış halinde birilerini geçme telaşı içindeyiz.Hep bir kazananı dolayısyla da bır kaybedeni olan bır oyunun içinde gidip geliyoruz.

Bazen gereksiz detaylar uzerinde kaybolur, gidişat üzerinde o kadar karamsar oluruz ki sonra da o karamsarlığın; duygularımız üzerinde yaratmış olduğu tahribat sonucunda, umutsuzluğun ve çaresizliğin tam göbeğinde olduğumuzu fark ederiz. İşte o zaman ‘pi sayısının’ hayat içindeki görevi ile resmi olarak tanışmış oluruz. Okuldayken bu sevgili ‘pi sayısını’ hayatımızın neresinde karşımıza çıkacak diye iplemezsen, işte çemberin ortasında kukuma kuşu gibi öylece kalıverirsin.

Kişilik ve mizaç olarak hiçbir zaman o kadar çaresizliğe düşmedim. Yani hep bir kaçış noktası, bir ışık buldum. Çünkü hep bir ‘B Planım', bir nedenim, bir amacım vardı.

Asıl bahsetmek istediğim konu bu! Hayat içinde bize ait bir ‘B Planımız' muhakkak olmalı. Zaten büyük umutsuzlukları, hayal kırıklıklarını da, o anda yaşıyoruz ya. Genelde tek planımız oluyor. Ona odaklı yaşıyoruz. Ve sonra da hırs ve ihtiras görev başı yapıyor. Hedefe ulaşamayıncada aynı paralellik de hayal kırıklıkları, tatminsizlikler ve mutsuzluk…

Oysa bir ‘B Planı’mız olsa, böyle olmazdı. En azından ayrı bir planımız olduğunu bilmek, bizi daha az kaygılı yapardı. Daha az kaygılı olduğumuzu bilmek de algılamamızı genişletecektir. Dolayısıyla, algılamamızın geniş olması da bizi doğru hedefe yaklaştıracaktır.

Yani düşününce her şey çok kolay değil mi? Bir ‘A Planı kur. Olmadı bir ‘B Planı. Yok yok o da olmadı hadi kumbaradan bir ‘C Planı çıkar. Hadi ya basken o da mı, olmadı hooop şapkadan bir ‘W Planı çıkarın, dermişim. Tabiî ki bu şekilde hedefe ulaşmayı bırakın, hedefin yakınından uzağından geçemeyiz.

Elbette anlatmaya çalıştığım bu değildi. Sadece makro hedef planlarınızdan bahsediyorum geçmişinizi, şu anınızı ve geleceğinizin minimalize olacağı daha küresel planlardan bahsediyorum Mesela KPSS sınavını ele alalım. Son zamanlar da pek bir güncel. O yüzden konuyu damardan örneklemek istedim.

Üniversiteyi bitirdin ve önünde aşman gereken KPSS sınavı var. Çünkü, hedefin öğretmen olmak. Ya da en iyisi dürüst olmak gerekirse sırtını bir devlet kapısına bağlamak istiyorsun..Ama veremiyorsun olmuyor işte, geçemiyorsun. Dershaneye de gittin. .Ama işte geçemıyorsun. Anlayacağın ölmüşsün de haberin yok, olayı buna derler.
Peki, ne yapacaksın? Yaş haddinden emekli oluncaya kadar KPSS sınavına girmeye devam mı, edeceksin?

Yoksa önünden geçen hayatın seni teğet geçmesini izlemek yerine; risk benim soyadımdır deyip, hayata balıklama dalacak mısın?

Aman sakın ha sığlarda yüzerken ya da hiç bilmediğiniz sulara da balıklama falan atlamayın. Ya çakılır  ya da su çok derin olur yüzeye çıkmaya nefesiniz yetmez. Allah korusun !! Rabbim sizleri başımdan eksik etmesin, sonra beni kim okur. Yani hazır bulmuşum sizi vallahi gözüm gibi sakınırım.

İşte bahsetmeye çalıştığım planın konseptide bu! Önce kendini iyice sorgulamalısın. Bu yolda en iyi yöntem bana göre GEÇMİŞİNİN sana ayna tutmasıdır. Geçmişini iyi özümseyebilmek, artılarını eksilerini, yenilgilerini, kazançlarını masaya cesurca koyabilmek lazım. Keşkelere, acabalara takılmadan geleceğe doğru bır yol haritası belırlemek.
 Peki ya sonra? Sonra da sıra ‘şu an’a geldi.

önce kendine sormalısın. ŞU AN’ dan mutlu muyum? Şu an’ın farkında mıyım? ‘Şu an’ı yönlendirecek beceri ve yeteneklerim nelerdir? Kısacası, ‘şu an’ın hakkını verebiliyor muyum ?

Evet artık sıra son aşamaya geldi GELECEĞE. Mahşerin son atlısına. Diğer iki aşamayı geçtinseysen zaten hayatın farkında olanlarındansın. Demek oluyor ki geleceğinin hayallerini planlarını elinde tutuyorsun. Tek yapacağın rüzgârın yönüne göre yelkenlere fora demek. Sert rüzgârlara karşı rotana yön verebilecek bilgiye sahip olduktan sonra, karaya ulaşmak zor olmayacaktır. Yeter ki sen teknenin dümenini kararlı ve sıkı tut. Çünkü havadan ve denizden gelecek tüm ipuçlarını kaçırmayıp değerlendirmek lazım.

Haydi bakalım, unutmayı tercih ettiğiniz, tozlu raflara kaldırdığınız tüm eylem planlarını  çıkarıp masanın üstüne bırakma zamanı geldi de geciyor bile. Ve tekrar onları gözden geçirin. Bu sefer, üzerlerine biraz daha ‘cesaret’, ‘çoşku’ ve ‘ışık’  serpmeyi sakın unutmayın!

Huzurlu Sevgilerle
Hoş Kalın

Zeynep ÇERKEZ

14 Eylül 2012 Cuma

BİR GÜLE SAHİP OLMAYAN GÜLÜ NEYLEYİM...

BİR GÜLE SAHİP OLMAYAN GÜLÜ NEYLEYİM...




"Gülü seven dikenine katlanır" sözünü pek sevmem. Çünkü bence sana yapılan kötülüğe ya da karşındakinin agresifliğine, tezatlığına katlanabilirlik sağlamak için üretilmiş bir atasözüdür. Niyet tamamen kötüye prim katmak.
İnsanlığımız son süratle nedenini henüz kavrayamadığım insan olma erdeminin dışına geçmeye çabalıyor. Hızlı bir dönüşüm sürecindeyiz. Ağzımızdan çıkan sözün, yapılan olumsuz davranışların sorumluluğunu asla kabul etmiyoruz. Bir yandan kişisel auromızda ise özgür olma teriminin ; bağımsızlığımızı doyasıya yaşamaktan geçtiğine inanıyoruz. Toplumsal olarak; küçük, büyük topyekün herkeste ''Ne bu ne şiddet, bu celal!''durumu egemen. Kimse kimseye kaşının üstünde gözün var ( o nasıl bir durum öyle, hayal edemedim) pardon hemen düzelteyim; gözünün üstünde kaşın var, diyemiyor.

Geçen gün babamın sağlık sorunları için hastaneye gittik. Halimize gülsem mi ağlasam mı, bilemedim. Hastaneye gelmeden önce sanki herkes zırhlarını, silahlarını bürünmüş gelmiş. Biri hır diyor, diğeri bana hır dedin ha, alsana Hır Hırrr . Bir uyanıklık yarışı, sormayın gitsin. Kim kimin önüne geçerse, herkes kendini 'cin' görüyor. Hak yemenin dayanılmaz hafifliğini sırıtan dişlerden hemen fark ediyorsunuz.
Sıradayken biran ayağımdan kafama vuran bir acı hissettim. Allah Allah! hangi arada beynim ayağıma indi, diye aşağıya bakınca ne göreyim? Az önce sırada kavga çıkaran adam, ayağımın üstünde duruyor. Öylede rahat ki yumuşak zemin tabi, ellemeyin keyfini. Aldı beni, kara bir düşünce. 'Allahım nasıl yapıp da ayağımı, adamın ayağının altından onu incitmeden kurtarabilirim?'
- Pardon affedersiniz, tekrar tekrar özür dilerim, bu durumdan oldukca müteessirim ayağım ayağınızın altında kaldı. Zahmet olmazsa ayağımı, ayağınızın altından geri alabilir miyim? Şu yoğurdu sarımsakla sakta mı yesek, yoksa soğanlayıp ayran mı içsek:)

Sanki uzaylılar gökten stres bombası attılar. Herkeste bir stres hali. Evde, okulda, sokakta, iş yerinde, sosyal, reel ve sanal paylaşım mekânlarında ve özellikle de trafikte. Geçen gün arkadaşların yazlık evlerine gittik. Güya şehrin kargaşasından, kalabalığından uzaklaşmak, sakinlik huzur için böyle ortamlara fırsat buldukça kaçarız ya. 30 hanelik bir site ve herkes birbiriyle kıytırıktan nedenlerle küsmüş. Yani ne zaman huzursuzluk buralara da yetişti, anlamıyorum. Ne yazık ki huzuru artık teklikte bakir alanlarda aramaya başladık. Bence, huzur ortamların bileşkesine bağlı değildir. Yani içimizde yüreğimiz de huzuru bulamazsak, emin olun Hawai'ye de gitseniz, uçaktan yeni inmiş boynumuzda ciçeğimizle alaluna dansımızı yaparken; huzursuzluk sizden önce gitmiş, palmiye ağaçlarının gölgesinde ki hamağın içinde sizi bekliyor olacaktır. Hem de gölgeye sizden önce yerleşmiştir bile…

Önce kendimizle barışmayı öğrenmeliyiz. Çünkü kendimizle olan sorunlarımızı ve hayatımızı ertelediğimiz sürece; bu bastırılmışlığın dışa vurumu olarak asabileşiyoruz. Ve sonrada havadaki nemden bile etkilenip çevremize zarar veriyoruz. Sonuç olarakta, benliğimizde yaşadığımız huzursuzluğu kendimizle beraber her yere taşıyoruz. En çok da kendimize zarar verip yıpranıp, hırpalanıyoruz. Mesela en basitinden her şeyi negatif görüyoruz.

İşte bende ilk adım olarak, kendilerine sorgulamayan ve çekidüzen vermeyen insanları hayatıma katmamaya ve onlara katlanmamaya karar verdim. Başında gülü olmayan bir dikenin, canıma batmasına ve canımı kanatmasına niye izin vereyim ki! Neymiş basında gülü olma ihtimali olabilirmiş. miş miş miş… Herkesi sevmek zorunda değiliz. Herkesten nefret etmek zorunda da değiliz. Kabullenmek demek katlanmak demek de değildir. Tabiî ki alçak gönüllü-mütevazi, hoşgörülü olmak ve sevgi dolu bir yüreğe sahip olmak büyük erdemdir. Ama sevginin de bir kotası, sınırı olmalı. Hani kötüyü iyiyi aynı kefede tutmamak gerek. Terazinin dengesini iyi ayarlamamız lazım. İyi olacağım diye kötüye sürekli pirim vermeye devam edersek; o takdir de iyi hiçbir zaman onura edilemeyecek ve hayat içinde kazanımı olmayacaktır.

Huzuru bulmanın en güzel yollarından biri, huzursuz insanlardan uzak durmaktır. En azından huzuru arayan ve sorgulayan insanlarla hayata devam etmek gerekir. Senin saçını çekenin sende gözünü çıkar yetmedi gözü masaya koy ve avucunun içiyle üzerine patlat, vıcık sesi geldiyse olay tamamdır dermişim.:) tabii ki şaka .Ama saçını çekenin gözünü çıkarmasan bile ,hiç olmazsa onun varlığının senin yanında yeri yokmuş gibi davranabilmeliyiz. Gülün, dikenleriyle beraber yargılanmasından yanayım. Bu algılayış tarzının daha doğru olduğuna inanıyorum O yüzden 'bir güle sahip olmayan bir dikeni neyleyim?'

Bulunduğun ortamın huzurunu dengelemek, çevrenizdeki kişileri ayarlamak bizim seçimimiz. Huzursuz ortamı, sürekli geren kavgacı ruhlarla muhatap olup da egolarını tatmin etmelerine fırsat vermek yerine onları tek kalmakla cezanladıralım. Böylece neden kaybettiklerini düşünme fırsatı onlara tanımış oluruz. Onu kaileye almadığında zaten duvara çarpmış gibi olacaktır. Ya da canınızı yakan kişi çevrenizden biriyse, işte ozaman da onu sizsiz olmakla cezalandırın. Eğer onun için önemli biriyseniz, bu ceza karşısında yaptığını sorgulayacaktır. Sorgulamıyorsa zaten sizin olmamıştır efendim. Geri dönmeyeni, bırakın özgür kalsın. Kalan sağlar bizimdir.

Şayet bizler onları cezalandırmazsak, emin olun onlar bizi, huzursuzluğun çekim alanının içine dahil edeceklerdir. Mutluluğu, negatif iyonlarla dolu bir fanusta aramak, ne kadar doğru yoldur, bilemiyorum. En azından Abidin’nin mutluluk resminde bu fanusun yeri olmadığına eminim…

YOLU HUZURDAN GEÇEN HERKESLE BİR GÜN, BİR YERDE KARŞILAŞACAĞIZ.
                                           Çakma Kayahan Zeynep :)


Huzurlu Sevgilerle

Hoş kalın

Zeynep ÇERKEZ

27 Ağustos 2012 Pazartesi

BAZEN AKLIMIZ; KALBİMİZİN DOĞRU OLMASINI DİLEDİĞİNE İNANIR

Her zaman için hayatı mantık çerçevesinde yaşamanın, doğru seçim olduğuna inanırız. Çocuklarımızı da bu felsefenin düzleminde yetiştirmeye çalışırız. Çünkü ne kadar mantık o kadar az risk. Ve bir o kadar da az hayal kırıklığı. Sonuç olarakda; kurtarılmış zaman... Oysa ne kadar büyük bir yanılgıdır.  Çünkü mantıkla alınmış kararların daha az risk getirdiği aşına bir gerçektir.
Ama bazen de aklımız, kalbimizin doğru olmasını dilediğine ne kadar çok inanmak ister. Ama çoğu zaman kalbimizin sesini dinlemenin mantıklı bir seçim olmayacağını öngörerek blokeleriz. Böylece içimize geçmişe dair keşkelerle birlikte, geçmiş zamanlara dönebilme özlemleri dolar.
-Tüh! keşke o gün kalbimi dinleseydim, keşke yüreğime bir şans verseydim, vah! Vah! Keşke, keşke. Hayatımda acaba ne gibi değişiklik olurdu?

Oysa hayatımızı sorgularken ne kadar az sayıda acaba ve keşkelere sahipsek, o kadar çok doğru yaşamış ve hayattan bir o kadar da tatmin olmuş oluruz.

Peki, doğru yaşamak nasıl bir şey? Herkesin doğru bildiğine yani, tamamen sürü psikolojisinin oluşturduğu kurallara öteki olmamak adına uymak mıdır?

50 yaşında ki müzmin bekâra sorarlar;
- bu yaşa kadar neden evlenmediniz efendim?
- Doğru insanı bulamadım o yüzden.
İşinde başarı olmamış biri ise,
-Doğru işte çalışmıyorum ondan.
Ya evliliğinde aradığını bulamayan mutlu olmayan biri
- Doğru evlilik yapmadığından
Sorunlu politikacı,
- Siyasete atılırken doğru zamanlama yapamadığından...
Hatta memnuniyetsizliğin nedenini o kadar ilerletiriz ki, herzaman için‘doğru ‘ya dogmatik bir nedenimiz hazırdır. Doğru ailede doğmadım. Ne yapabilirim yani daha doğarken seçme hakkım yoktu, yoksa bende Koç’un velihatı olurdum, tarzında bahanelerle  topu kendi kalemize atarak gol yemiş oluruz.

Anlayacağınız başarı, mutluluk adına oluşturduğumuz tüm olasılıklar bir doğru üzerinde yol alır. Pişmanlıklar, hatalar da hep doğrusuzluktan yaşanmıştır. ‘Doğru adım’, ‘doğru zaman’, ‘Doğru karar’…

İyi ki hayatımızda, üç yanlış alınmış kararın bir doğruyu götürme ihtimali yok.Yoksa hapı susuz yuttuğumuz kesindi…

Doğru tamamen nesnel bir kavramdır. Herkesin doğrusu kendi yaşanmışlığıyla, gözlemleriyle ve koşullarıyla paralel olmalıdır. Ayşe’nin doğrusuyla, benim doğru aynı olmamalı. Olmak zorunda da değil. İste bu noktada hırslarımızı da yönlendirebilmeliyiz. Herkesin kendine ait dünyası, sorumlulukları ve hayatın ona sunduğu seçenekler var. ‘Dünya üzerindeki hiçbir yürekte başka bir yürekle aynı değildir’. Anatomik olarak aynı olabilir, ama hepsinin kendine özel ayrı sesleri bulunmaktadır. Ve ayrı bedenlerde yaşanmışlıkları var. Başkalaşım adına aldığımız kararlara mantığın yanına kalbimizin de sesini eklemeliyiz. Doğru kararı ancak bu şekilde alabiliriz. Sürüden ayrılıp öteki olmaktan korkmamalıyız. Bazen yüreğimizi dinlemek bizi hedeften uzaklaştırdığını sorguladığımız anlarda olabilir. Ama emin olun bu düşünce sadece bir yanılsamadır. Bence hedef sadece ‘mutlu olmak’ ve ‘hayattan tatmin olmak, olmalıdır.


“ Hayat benim ve ben yaşadım “ diyebileceğimiz anlar ne kadar çok ise geriye dönük özlemlerimiz o kadar az olur!

Hata yapmaktan ne kadar çok korkarsak da o kadar çok pişmanlıklarla dolu yaşama sahip oluruz. Oysa hatalar sadece tekrarlandığı zaman pişmanlıklara dönüşür.

Alacağımız kararın kime göre doğru, kime göre yanlış olduğunu iyi özümsemek lazım. Aklımızın doğru değdiğine kalbimiz direnç gösteriyorsa, o kararda doğru gitmeyen bir sebep var demektir. İşte bu durumlarda yüreğimizi dinlemeyi ihmal etmemek lazım. Çünkü kalbimiz bize ikaz veriyor. İnandığı baska bir ses var. Hani bazen çok kararsızlıktan dolayı karamsar geçen anlarımız olur ya; bir türlü önünüzde ki ışığı göremezsiniz. İşte o anlar, aklınız ve kalbinizin birbiriyle çatıştığı an’lardır.

Yazar ne kadar güzel açıklamış;

“İnsan beyni gücünün yalnızca küçük bir yüzdesini kullanır. Eğer onları duygusal açıdan yoğun biçimde incelersen – fiziksel sarsıntı aşırı neşe ya da korku, derin meditasyon gibi – birden çılgınca hareketlenerek ileri bir akıl dinginliğine ulaştırır.
Ama imkânsız gibi görünen sorunlara fevkalade çözümler akıl dinginliği zamanlarında bulunur. Guruların yüksek bilinçlilik değdi şey budur. Biyologlar başkalaşım evresi derler. Psikologlar süperbilinçlik derler ve dindarlar ise duaların kabul olması derler. Bazen ilahı vahiy kalbinin zaten bildiğini duymak için beyni hazırlamak demektir…
Dan BROWN “

Tabiî ki kalbimizi sadece dinleyip kuzu kuzu oturmamak lazım. Hani sonra aktivasyonu sadece ‘düşünen düşünce derneklerimiz’ var ya, onlardan öteye geçemeyiz.

Günün getirdiklerinin içinden de bizi rahatsız edenleri ayırarak yaşamalıyız!

Ezbere mantıklı bir yaşam yerine; ruhu olan, nefes alan yaşamlar diliyorum. İnandığınız şeyleri korkusuzca yapabileceğiniz an’lar, ‘yaşanmış yaşamlar’ sizlerle olsun.

Huzurlu sevgilerle
Hoş kalın

Zeynep ÇERKEZ